KADINI ÖZGÜRLEŞTİREN ATATÜRK'TÜR
Kadını özgürleştiren
türbancılar değil Atatürk’tür
Bireysel özgürlük değil siyasi simge
Cumhuriyet tarihi boyunca emperyalizme ve gericiliğe direndiğimiz her noktada, bağımsızlığın savunulduğu her olayda yarattığımız tüm değerlere “din elden gidiyor” söylemi kullanılarak saldırıldı. Bu söylemin ön plana çıktığı anlarda ise gitmekte olan bir tek şey vardı aslında; o da, bağımsızlığımız, topraklarımız ve Türklüğümüz.
Bugün yine aynı gerici ve yobaz tayfa benzer söylemlerle gitmekte olan vatana ve bağımsızlığa değil de kendi ayrıcalıklarına sahip çıkmanın hesabını yapıyorlar ve bunun için de dini inançları kullanıyorlar.
AKP’nin iktidara geldiği ilk günden beri sürekli olarak gündeme getirdiği ve temel mesele olarak kabul ettiği “Türbana özgürlük”, üniversiteden başlanarak toplumsal hayata sokulmaya çalışılıyor.
Temel meseleyi türban olarak koyanlara karşı temel meseleleri laklik olanların direnme şansları kalmadığı için de üniversite gibi bilimselliğin simgesi olan bir kaleden başlanarak toplum çarşafa ve onun yarattığı karanlığın içine gömülüyor.
Şeriatçıların bu türban bayraktarlığına karşı sesini çıkartmaya çalışan Atatürkçülere söyledikleri de bir şey var. “Kutuplaşmaya, yaygaraya gerek yok bu bireysel bir özgürlük sadece”. Bu söylediklerine elbette kendileri de inanmamaktadır. Türban meselesi gericiliğin en güçlü olduğu zamanlarda bayraklaşmış ve yaratmaya çalıştıkları düzenin de teminatı olmuştur. Laikliğe ve devrim kanunlarına yönelik saldırının en somut ifadesidir.
Bu bez parçasının özgürlük olup olmayacağı ve kadına ne türden bir serbestlik sağlayabileceği tartışması bir yana, türban, yaygınlaştığı her devir ve ülkede sessizliğe ve muhalefetsizliğe neden olmaktadır.
İslam dininin ve Türk kültürünün geçmişinde de yer almayan bu örtünme biçimi, emperyalizmin baskılarını artırmaya çalıştığı ezilen uluslara layık gördüğü bir esarettir yalnızca. Çarşaf ve burka gibi örtünme şekilleriyle birlikte İslam dininin simgesi değildir; yalnızca Vahhabiliğe işaret eder.
Bu tartışmanın ısıtılıp ısıtılıp önümüze konulmasının, temel mesele haline getirilmesinin tek bir nedeni vardır. Şeriatçıların yaratmaya çalıştıkları düzende Cumhuriyet kanunlarına değil sadece dini yasalara yer vardır. Laiklikten ya da hukukun üstünlüğünden bahsetmek mümkün değildir. Üstün olan “beşeri” yasalar değil, “ilahi” kanunlardır.
Asıl saldırı “tam bağımsızlık” ve Atatürkçülük fikrine
Onlara göre Türkiye’deki beşeri yasaların da tek bir sorumlusu vardır. O da Atatürk’tür. Aslında saldırı kadının kimliğinde ve türbanın gölgesinde Atatürkçülüğe yönelik bir saldırıdır. Cumhuriyet kanunlarına açıktan saldıramayanlar türban gibi bir malzemeyle onun özüne yönelik bir tahribat başlatmışlardır.
Türbanı yaygınlaştırırsanız ve kamusal alana sokabilirseniz devrim kanunlarını da delmiş olursunuz.
Bir kez delinen devrim kanunları da aşındırılır ve her tür gericilik “inanç özgürlüğü” adı altında kabul ettirilir.
Bu “İnanç özgürlüğü” demagojisine karşı çıkabilmek için de bunu kullananların tüm icraatlarına karşı çıkabilmek gerekir.
Devrim kanunlarını delmeye çalışan gericiler aynı anda bağımsızlığa, ekonomiye, Ordu’ya ve toprak bütünlüğüne yönelik saldırılar da başlatmışlardır ve bu cephelerde elde ettikleri başarıdır aslında onlara cesaret veren.
Gökten zembille inen bir karşı koyuş değil, dört beş yıl içerisinde sağlamlaştırdıkları toplumsal yapı ve bu yapı sayesinde onlara destek olan emperyalistlerdir.
Diğer şeylere karşı koyamayan “laiklik” savunucuları da o nedenle bu noktada çuvallamakta, bir zamanlar Cumhurbaşkanlığına sığınırken şimdi de Anayasa Mahkemesi’ne sığınmaktadır. Bu kurumları da tamamen yitirdikten sonra dayanacak hiçbir şey kalmayacaktır ve kalmamıştır da.
Kadını özgürleştiren türbancılar değil Atatürk’tür
Bu mesele ile ilgili olarak tartışılması gereken en önemli şey özgürlüğü verenin kim ya da ne olduğudur.
Dini kurallar mı devrim yasaları mı?
Dinsel baskı mı laiklik mi?
Şeriat mı hukukun üstünlüğü mü?
Son noktada da Tayyip ya da Gül ya da ABD mi yoksa Atatürk mü?
Kadının ya da toplumun özgürlüğünü tartışmaya başladığımız günler Cumhuriyetli yıllara denk düşer.
Cumhuriyet’in ilk yıllarına ve öncesine bakalım.
Kafesin arkasından bakan bir kadın portresi ve yanında kafeslenmiş emperyalizme teslim edilmiş, teslim alınmış bir toplum örneği.
Kadının sesi çıkmaz ve yüzü peçelidir. Çünkü toplumun sesi çıkmaz.
Kadın eve hapsolmuştur çünkü asıl hapsolan toplumun kendisidir.
Kadının herhangi bir hakkı yoktur çünkü hakkı olmayan yine toplumdur, Türk milletidir.
Ekonomik bağımsızlığı olmayan da kadın değildir. Yalnızca baskı altına alınan da elbette...
Karanlığa ve sessizliğe hapsedilen koca bir ülkedir.
Tüm bunları tersine çeviren irade elbette kadının kafasının etrafındaki o karaltıyı yok ederken aslında toplumu aydınlatmaktadır. Özgürlük ve bağımsızlık ilk defa o zaman söz konusu olmuştur.
Kadını kara çarşaf ve peçeden kurtaran ülkenin bağımsızlığıdır.
Emperyalist işgale karşı direnen bir toplumun kadını evden dışarı çıkabilir. İşgal askeri denize dökülebilmişse ya da kapitülasyonları, Düyun-u Umumiye’yi kaldırabilmişseniz ya da demiryollarınızı kendiniz yapıyorsanız artık ya da kendi bankalarınız varsa ya da yargınız bağımsızsa ve kendi bağımsız meclisiniz varsa. Kendi kadrolarınız ya da milli bir ekonominiz, ya da kalkınma planınız. Özetle bayrağınız dalgalanıyorsa ancak o zaman kadınlarınızın saçları dalgalanabilir.
Biraz daha somutlaştırmak gerekirse Şeriatçıların tahammül edemediği şey bu toplumsal duruştur ve bu toplumsal duruşu sağlayan tam bağımsızlık yasalardır.
Medeni kanun bir dönüm noktasıdır örneğin. 1926 yılında yürürlüğe giren Medeni Kanun ile dine dayalı hukuk, yerini laik ve çağdaş hukuk sistemine bırakmıştır Türk vatandaşlarının arasında ırk din cins mezhep ayrımı son bulur. Tekeşlilik, boşanma, velayet, kanuni mirasçılık gibi konularda kadın erkek eşitliği benimsenir. Kadına her alanda ekonomik hayata katılma hakkı verilirken medeni nikah ve hakim kararıyla boşanma ilkeleri getirilir. Medeni Kanun tam bağımsızlığını kabul ettirmiş bir ülkenin yasalarıdır ve devrim kanunlarının temel taşlarından da biri olmuştur.
“Kadının özgürleşmesi” yalnızca Medeni Kanunla değil diğer pek çok yasayla da garanti altına alınmıştır. Belediye seçimlerine katılma, seçme ve seçilme hakkı 1930 yılında tanındı. 1934 yılında ise Türk kadını artık milletvekili seçebiliyor ve seçilebiliyordu. 1935 yılında yapılan seçimlerin ardından 18 kadın aday seçimi kazanarak meclise girdi.
Şimdiki AKP’li vekillerin eşleri gibi ya da göstermelik kadın vekiller gibi şeklen değil kadın toplumun bir parçası olarak meclisteydi ve ne gariptir ki özgürleşmek için türbana falan da ihtiyaç duymuyordu.
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kabul edilen ilk kız öğrenciler 1927 ve 1928 yıllarında doktorluk diplomalarını aldılar. Yani daha 1922-23 yıllarında kaydolmaya başlamışlardı. Cumhuriyet bile ilan edilmeden...
İlk kadın mühendislerimiz 1933 yılında diplomalarını aldı.
Cumhuriyet’in ilk yıllarına bakalım, 30’lu yıllara bakalım tam bağımsız bir ülkede kadın da her alanda etkin ve her türlü mesleğe, sanata, spora hatta askerliğe teşvik edilmektedir.
Atatürk türbana da çarşafa da karşı
Atatürk yaptığı bir yurt gezisinde şunları söylemektedir:
“Yolculuğum sırasında köylerde değil özellikle kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok kalın ve özenle kapatmakta olduklarını gördüm. Özellikle bu sıcak mevsimde bu tarzın kendileri için kesinlikle işkence ve sıkıntı yarattığını tahmin ediyorum.
Erkek arkadaşlar bu biraz bizim hodbinliğimizin eseridir. Fakat değerli arkadaşlar kadınlarımız da bizim gibi kavrayışlı ve düşünceli insanlardır. Onlar yüzlerini dünyaya göstersinler ve gözleriyle dünyayı dikkatle izleyebilsinler. Bunda korkulacak bir şey yoktur.”
Kadının yüzünü açtıran onu özgürleştiren, Atatürk’ün kendisidir aslında. Bugün türban özgürlüğünden bahsedenler, kadının özgürlüğünden bahsedenler Atatürk’e saldırmaktadır o nedenle. Kadını hapseden Atatürk’tür onlara göre. Karşı çıktıkları da onun kabul ettirdiği devrim yasaları. Alternatifi ise dini kurallardır.
Bu dini kurallar o kadar sert ve acımasız ve tavizsizdir ki sonu gelmez. Türban ne üniversite ile sınırlı kalır ne kamusal alanla. Türbana özgürlük diyenler, din adına çarşafı savunabilir, din adına karma okullara karşı çıkabilir, din adına kadının çalışmasına, sesinin bir erkek tarafından duyulmasına da karşı çıkabilir. Bugün üniversite kapısında şeri formalarıyla dikilen kızlar yarın üniversite dışına din adına pekala atılabilir.
Din adına bilimsel çalışmalar yasaklanabilir ya da din adına yeniden Maraş katliamları, Çorum katliamları yapılabilir. Oruç tutmayanlar, namaz kılmayanlar din adına zorlamaya tabi tutulabilir.
Kısacası “din adına” diyerek attığınız her adımda zaten hukukun üstünlüğünü, laiklik güvencesini ayaklar altına almış oluyorsunuz.
İnsanlar din adına yaşayabilir ancak devletlerde din adına kurallar delinmez ve yeni yasalar çıkartılmaz.
Zaten bugün amaç din adına herhangi bir şey yapmak değil, kadından başlayarak toplumun konuşmasına engel olmaktır.
Tüm Arap şeyhliklerinde, Afganistan’da Pakistan’da olduğu gibi emperyalizme boyun eğdirmenin en iyi yöntemi insanları din adına hazırlanmış kurallarla hapsederek tabi kılmaktır.
Kadın hakları tepeden inme mi?
Cumhuriyet karşıtları korosu yalnızca Şeriatçılardan oluşmamaktadır. Bir takım ikinci cumhuriyetçi ve feminist aydın ve hatta Atatürkçü olduğunu iddia eden bir kesim, Cumhuriyet kanunlarının, kadınlara verilen hakların tepeden inme olduğunu söylemekte ve bu nedenle aşınmaya çok müsait olduğunu dile getirmektedir. Yani Türk kadını bu hakları elde etmek için bir şey yapmamış hatta talep dahi etmemiştir.
Demek istemektedirler ki Atatürk diğer her şeyi olduğu gibi bunu da dayatmıştır o nedenle de tutmaz.
Ancak göremedikleri şey yine aynıdır. Laiklik ya da özgürlük tam bağımsızlığın dışında bir şey değildir.
Türk kadını tam tersine özgürlüğünü ve bağımsızlığını elde edebilmek için düşünülenden çok daha fazla çalışmıştır. İşgale karşı direnmiş, dayatmalara karşı direnmiş, tecavüze direnmiş ve bağımsızlık elde edilene dek mücadele etmiştir. Kendini kafesin dışına atabilmek, peçeden kurtulmak, üniversiteye girebilmek Atatürk’ün desteğiyle ancak kendisinin iradesi ile olmuştur.
Atatürk 1923’te Konya’da Türk kadınıyla ilgili olarak şunları söylemiştir:
“Bu son senelerin inkılap hayatında hummalı fedakarlıklarla dolu mücadele hayatında milleti ölümden kurtararak kurtuluş ve istiklale götüren azim ve faaliyet hayatında her millet ferdinin çalışması gayreti himmeti fedakarlığı geçmiştir.
Bu meyanda en ziyade yücelterek anılmak ve daima şükranla tekrar edilmek lazım gelen bir himmet vardır ki o da Anadolu kadınının göstermiş olduğu çok ulvi çok yüksek çok kıymetli fedakarlıktır.
Kimse inkar edemez ki bu harpte ve ondan evvelki harplerde milletin kabiliyetini tutan hep kadınlarımızdır. Çift süren, tarlayı eken, ormandan odunu keresteyi getiren, ürünleri pazara götürerek paraya çeviren, bütün bunlarla beraber sırtı ile kağnısı ile kucağındaki yavrusu ile yağmur demeden kış demeyip sıcak demeyip cephenin mühimmatını taşıyan hep onlar hep o ulvi o fedakar o ilahi Anadolu kadınları olmuştur.
Bundan dolayı hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı şükran ve minnetle ebediyen taziz ve takdir edelim.”
Yine bir başka sözünde “Hiçbir milletin kadını ben Türk kadınından daha fazla çalıştım diyemez.” demektedir.
Şimdi ise ödediğimiz bu bedele karşılık elde ettiğiniz her şeyden vazgeçin, önce çar-şafı sonra da emperyalist işgali kabul edin demektedirler.
Bunu da özgürlük kavramını kirleterek yapmaktadırlar.
Bir cumhuriyetin ilk yıllarındaki aydınlık Türk kadınına bakalım bir de rüküş ve gösterişli AKP döneminin kadınlara.
Hangisi daha özgürdür?
Bir üniversite kapısında bekleyen, kendi haklarını engelletmeye çalışan kızlara bakalım bir de 1930’lu yıllardaki fotoğraflara. Bilimsel araştırma yapan, sanatla uğraşan, spor yapan kadınlara.
Hangisi daha özgürdür?
Bir Afet İnan’a bakalım bir de Hayrünnisa Gül’e ya da Leyla Şahin’e.
Hangisi özgürlüğü daha doğru noktada savunmaktadır?
Keriman Halis mi cinsel objedir yoksa tesettür giyimlerin “örtünmek güzeldir” diyen şatafatlı mankenler mi?
Bir Sabiha Gökçen’e bakalım. Dersim isyanında ayaklanan Kürtlere karşı bağımsızlığı korumaya çalışan, Türk uçaklarıyla havadan operasyona katılan Türk askeri Sabiha Gökçen’e bakalım bir de gizli türbancı DTP’li kadın vekillere, Kuran’a el bastırıp yemin ettirerek Kürtleri ayaklandırmaya çalışan Leyla Zana’ya bakalım.
Kim daha özgürdür ya da tam bağımsızlığın teminatı hangisidir?
27 Mayıs sonrasında göğsüne “hürriyet” yazarak yürüyen Türk kızlarına bakalım bir de “örtümüz sancağımızdır”, “türbana özgürlük” diyen türbancılara.
Kim daha özgürdür?
Bu karşılaştırmayı yaptığımızda görmekteyiz ki ortada kadın haklarını savunan ya da kadını özgürleştiren bir proje yoktur.
Tam tersine kadından başlayarak toplumu esaret altına almaya çalışan bir zihniyetle karşı karşıyayız.
0 Comments