Resist the Devil and He Will Flee (Text Only) | Resurrect

KAYIP BOLGE

YİNE SİLAHLI BASKIN,YİNE MHP

Ülkücülerin hayatı provokasyon!

Ömer Ulusoy

Faşizm bir ülkede böyle kurulur işte. Cinayetler, tertipler, provokasyonlar… Faşist idareye karşı çıkanlar da binbir numarayla tertiplerin hedefi haline getirilir. Eeee, tabii provokasyon denince, hele hele üniversitede provokasyon denince de akla ilk MHP gelir. Anlaşılan türban yasağının kalkmasında AKP’ye yardımcı olan MHP, koltuk değneği olmaya devam ediyor. Bugün de o yasağa karşı çıkanları sindirme kampanyasında
provokasyonun aktörlüğüne soyunuyor.

Muhsin Yazıcıoğlu: “Biz bu filmi daha önce gördük”

Akdeniz Üniversitesi’nde öğrenci kavgası…

Bir MHP’li, çekmiş silahını, artık kuru sıkı mı bilemiyoruz ama karşıt gruba doğru ateş ediyor. Mermisi bitiyor, soğukkanlılıkla şarjörünü dolduruyor. Ve tekrar ateşe başlıyor.

Bu arada basın görevde. Kameralar çekimde. Muhabirler denklanşöre basıyor. Yani bir provokasyonu adeta canlı yayında izliyoruz.

Grupların kim olduğunu kimse tartışmıyor. Silah sıkanın hangi gruptan olduğu gayet açık çünkü. Çünkü böyle kameraların önünde silah çekip öğrenciye ateş edecek bir tek ülkücüler vardır herhalde.

Evet, anlaşılan ülkücüler yine o uğursuz rolüne soyunmuş durumda: Provokasyon…

Tabii bu provokasyonun amacının ne olduğunu ortaya koymadan önce bir hatırlatma yapalım diyoruz. Anlaşılan tüm Türkiye’nin bir bildiği var. Çünkü MHP ile ilgili hiçbir belirti olmamasına karşın, silah çeken adamın MHP’li olduğunu tüm Türkiye biliyordu. Peki MHP’nin bu provokatif sicili nedir öyleyse.

Olayların ardından en ilginç açıklama Muhsin Yazıcıoğlu’ndan geldi: “Biz bu filmi daha önce gördük.”

Bilmeyenler olabilir, hatırlatalım. Yazıcıoğlu bugün Şeriatçı-faşist parti BBP’nin lideri. Ancak 80 öncesinde Ülkü Ocakları’nın başkanıydı. 12 Eylül sonrasında açılan MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nda yargılandı. 7.5 yıl cezaevinde kaldı.

12 Eylül sonrası idam edilen ülkücülerden Mustafa Pehlivanoğlu, itiraflarında, 12 Eylül öncesi terör ortamının baş sorumlulardan biri olarak Yazıcoğlu’nu işaret ediyordu:

“Şevkat Çetin ve Muhsin Yazıcıoglu, Ülkücü Gençlik Derneği’nin öldürme, yaralama, kurşunlama, bombalama gibi eylemlerini yönlendiren kişilerdir.”

Tabii Yazıcıoğlu’nun ülkücü katliamlarla ilgili sorumluluğu var mı yok mu tartışmayacağız. Ancak Yazıcıoğlu’nun Akdeniz Üniversitesi’nde yaşanan olaylarla ilgili şu açıklamasının tebessüm etmemize neden olduğunu söylemeden geçmeyelim:

“Bu gibi adamlar piyasaya salınır, kirli ayak izlerini oraya buraya değdirir ve kötülük tohumunu eker. Bu oyunlara gelinmemeli. Soğukkanlı bir şekilde olayların üstüne gidilmeli.”

“Nereden biliyorsun” diyesimiz geliyor.

Hedefi Şeriatçı basının olayların hemen ardından yaptığı haberlerde görebiliyoruz

Peki MHP’nin bu son provokasyonunun hedefi ne? Hedefi Şeriatçı basının olayların hemen ardından yaptığı haberlerde görebiliyoruz: Manşetlere bir bakalım: “Emniyet olay çıkacak dedi, Rektör aldırmadı”, “80 güvenlikçi buhar oldu”, “Öğrenciler okul yönetimini suçluyor”, “Rektör PKK yanlılarına göz yumdu” Akdeniz Üniversitesi’nin rektörü hedef tahtasında anlayacağınız. Peki kim AÜ’nün rektörü? Mustafa Akaydın… Yani Üniversitelerarası Kurul Başkanı. Yani türban meselesinde YÖK’e ve AKP’ye kafa tutan üniversite yönetimlerinin temsilcisi.

MHP provokasyonları

Yazıcıoğlu’nun “Biz bu filmi daha önce izledik” diyerek kendi sorumluluğunu unutturmaya çalıştığı o filmi şöyle bir hatırlayalım isterseniz.

Ülkücüler o “film”in daha doğrusu “korku filmi”nin baş aktörleriydi. Filmin senaristinin ABD olması ülkücülerin sorumluluğunu azaltmaz. ABD’nin senaryosunu yazdığı bir filmde oynamak zaten ülkücülerin kendi tercihiydi. Çünkü ülkücülük bu ülkede bizzat ABD’nin örgütlediği, finanse ettiği ve ideolojik açıdan desteklediği bir akım.

Ülkücülük bu ülkede, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde tüm dünyada örgütlenen “anti-komünist” örgütlenmelerden biri olarak ortaya çıktı. Kendilerini milliyetçi olarak adlandırıyorlardı. Ama kökü dışarıda, yani ABD’de olan bir akım olarak milliyetçi olamayacakları ortadaydı. Bütün anti-komünist hareketler gibi “milliyetçi” sıfatını kullandılar, onu kirlettiler ve aslında emperypalizmin işbirlikçiliğini yaptılar.

Ülkücülük bu ülkede sol düşmanlığının, halk düşmanlığının ismidir. Nerede yükselen bir halk hareketi varsa, ABD onu bastırmak için kontrgerilla örgütlenmelerini kullanır. Provokasyonlar, cinayetler, darbeler. Ne gerekiyorsa yapılır.

Bunları Türkiye de yaşadı. 1 Mayıs 1977, 16 Mart 1978, Kanlı Pazar, Maraş katliamı… ABD bir yandan da halk hareketinin önüne geçebilmek için paramiliter, faşist ve anti-komünist örgütlenmeler kurar. Böylelikle halk içinde örgütlenen solun karşısına yine halkın içinden devşirdikleriyle karşılık vermeye çalışır.

Bu anti-komünist hareketler dönem dönem halk içinde örgütlenir de. Ancak bu örgütlenme, bu hareketleri her zaman iktidara getirmeyebilir. Zaten amaç bu da değildir. Başka bir işbirlikçi iktidarın koltuğunu sağlama almak ve işbirlikçiliğe karşı yükselen antiemperyalist devrimci halk hareketlerinin önünü kesmek için kullanılır. Bir nevi “kolluk kuvveti”dir.

O yüzden dünyanın bütün anti-komünist hareketleri herhangi bir siyasi harekete benzemez. Provokasyonlar çıkarır, dehşet salar, ilerici eylemlere saldırır. Hatta ilerici insanları katleder. Bu da yetmez, sıradan halktan insanların bulunduğu yerlere saldırılar bile düzenler.

Ankara’da 1978’de yaşanan Piyangotepe katliamı bunun en klasik örneklerinden biridir. Devrimci düşüncelerin hakim olduğu bir mahalle olan Piyangotepe, ülkücü komandolar tarafından basılır, daha çok insanın bir arada bulunacağı bir kahvehane katliam için seçilir. Bu kahvehane otomatik silahlarla taranır. Sonuç: 7 ölü, onlarca yaralı.

Bir de Bahçelievler katliamı vardır. Bu katliamda da ülkücü komandolar devrimci gençlerin oturduğu bir evi tespit edip basar. Evde oturan herkes dışarı çıkarılır. Şehir dışında kuytu bir yere götürülür. Ve resmen infaz edilir. 7 genç kafalarına sıkılan kurşunla öldürülmüştür.

Dehşet verici değil mi?

Zaten hedef de budur. Dehşet salmak. Bir “korku filmi” sahnelemek.

“Korku filmi”nin sahnelerini burada tek tek anlatmak imkansız. 12 Eylül’de açılan MHP davasının iddianamesi bile 1.000 sayfadan fazladır. Ancak Maraş’ları, 16 Mart’ları, 12 Eylül ve 12 Mart öncesi öldürülen binlerce genci de unutmamak gerekiyor.

Gerçek figüran kimdir peki? Katledilen, dehşet içinde bırakılan tüm Türkiye. Dolayısıyla aslında ülkücülerin sahneye koyduğu “film”in bir izleyeni de yoktur. Tüm Türkiye o “film”de yaratılan dehşetin kurbanıdır.

Üniversiteler: Ülkücü provokasyonların ana mekanı

Ülkücülerin yaratmak istediği provokasyon ortamının en önemli sahnelerinden birisi üniversitelerdir. Çünkü üniversiteler, devrimci düşüncelerin filizlendiği ve halka mal olmadan önce güçlendiği yerlerdir. Zaten Türkiye tarihine şöyle bir bakarsak, üniversitelerin öğrencisi ve öğretim üyeleriyle devrimci düşüncelerin ana yatağı olduğunu görürüz.

Bu nedenle üniversiteler ülkücü provokasyonun temel hedeflerinden biri haline gelir.

Senaryonun bu kısmı 60’larda sahnelenmeye başlamıştır. Devrimci Gençlik’in kitleselleştiği, eylemcileştiği ve bütün Türkiye’yi peşinden sürüklediği dönemde, 68’de, üniversiteler Devrimci Gençlik’in en güçlü olduğu yerlerdi.

Ve buna ülkücülerin yanıtı net oldu: Komando kampları kurdular.

Kurulan bu komando kamplarında yetiştirilenler üniversitelere salındı. Ve devrimci gençler, önderleri başta olmak üzere hedef alındı. 12 Mart öncesinde ülkücülerin kimleri nasıl katlettiğini Deniz Gezmiş’in 12 Mart mahkemelerinde verdiği Savunma’dan bir okuyalım:

“Mehmet Cantekin ve Mehmet Büyüksevinç, Mücadele Birliği, Ülkü Ocakları ve Emniyet Teşkilatına mensup gericiler tarafından açılan yaylım ateşi sonucu ölmüşlerdir. Battal Mehetoğlu ise, gericiler Dolmabahçe Camii’nde sabah namazından çıktıktan sonra, Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi önünde nöbet bekleyen polis arabalarından arkalarına pusu kurarak açtıkları yaylım ateşiyle vurulmuştur. 1970 yılında Ülkü Ocakları’na bağlı faşistler Hacettepe Üniversitesi’ne araba ile gelmişler ve öğrencilerin üstüne yaylım ateşi açarak Doktor Necdet Güçlü’yü öldürmüşlerdir. Aynı yıl faşistler İstanbul Çapa Enstitüsü’ne ve Ankara’da Fen Fakültesi’ne saldırarak, Hüseyin Aslantaş ve İlker Mansuroğlu’nu öldürmüşlerdir. Yine 1970 yılı sonlarında Ankara Fen Fakültesi’nde, faşistler pusu kurmuş ve okuldan çıkarken Recep Sakın, Nail Karaçam ve Mehmet Demir’in üzerine ateş açmışlar, Nail hemen ölmüş, Recep Sakın ve Mehmet Demir ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılmışlardır. (…) Balıkesir Öğrenci Yurdu’na faşistlerin yaptığı baskında ise Niyazi Tekin öldürülmüştür. (…) Üç yıl içinde bu kadar siyasi cinayeti işleyenler hiçbir takibata uğramamışlardır.”

Ülkücüler üniversitelere yalnızca provokasyon çıkarmak için gitti

Ülkücüler üniversitelerde hiçbir zaman kitleselleşemedi. Zaten öyle bir hedefleri de olmadı. 12 Mart’tan sonra devrimci hareketlerin büyük baskı altına alındığı dönemlerde, üniversitelerde okuyan ülkücü görüşlü öğrencilerin örgütlenmesine göz yumuldu. Ülkücülerin hiç örgütlenemediği ODTÜ gibi üniversitelerde ise, işçi kadrosunda okula alınan ülkücüler o terörü estirdi. Amaç aynıydı: Devrimci gençleri hedef almak, üniversitelerde provokasyon ortamı yaratarak devrimci gençlik hareketinin yönünü saptırmak, örgütlenmek isteyen insanları korkutmak, mümkünse Amerikancı bir darbe için ortam hazırlamak.

Açıkçası bu görevini ülkücüler layıkıyla yerine getirdi! Binlerce gencimiz 80 öncesi yaratılan o provokasyon ortamında katledildi. En büyük katliamlarını en güçsüz oldukları yerlerde yaptılar. 16 Mart 1978’de ülkücüler hiç örgütlü olamadıkları, o yüzden içine bile giremedikleri İstanbul Üniversitesi’ni en büyük provokasyonları için seçtiler. Okulun çıkış kapısında bir çakal gibi beklediler ve faşist katliam yapılacağını duyumunu aldığı için topluca çıkış yapan öğrencilerin üstüne el bombası attılar. O gün 7 gencimiz katledildi. (Burada bir parantez açalım. O katliamın sorumlularından olduğu iddia edilen Mehmet Gül, tam 30 yıl sonra yine bir 16 Mart’ta hayatını kaybetti.)

Ülkücülerin yarattığı bu provokasyon ortamı Türkiye’yi 12 Eylül’e götürdü. Yaratılan bu dehşet ortamı sayesinde ülkücüler hiçbir yerde kitleselleşemedi ama taşra üniversiteleri başta olmak üzere pek çok yerde devrimci örgütlenmeleri engellemeyi başardı. Pek çok öğrenci yurdu da bu ülkücü terörden nasibini aldı.

Ülkücü saldırıların biçimi hep aynıydı: Ülkücülerin üniversite içinde zaten sınırlı gücü olduğu için dışarıdan (ocaktan) getirilen provokatörler öğrencilerin üstüne saldırırdı. Okulla da hiçbir ilişiği olmadığı için, hiçbir kaygısı olmayan bu insanlar gerektiğinde silah da sıkardı. “Ya Allah Bismillah Allahüekber” nidalarıyla üniversiteleri basan ülkücü komandolar büyük terör estirip, dönem dönem artlarında ölü de bırakarak okulu terk ederlerdi.

Bu yarattıkları terör tabii ki onların örgütlenmesini sağlayamazdı. Kim böyle bir terör ortamının büyümesini ister ki? Ama en azından esas hedeflerine ulaşırlardı: Sol örgütlenmeyi sindirmek. Devrimcilerin örgütlenmelerinin nispeten zayıf olduğu taşra üniversiteleri ve eğitim enstitüleri birer birer ülkücü işgale dönüştü. Bu okullar küçük bir ülkücü azınlığın faşist baskısı altında inleyen binlerce öğrencinin okuduğu toplama kamplarına dönüştü. Faşist teröre direnebilen üniversiteler ise silahlı baskınları sürekli yaşamak zorunda kaldı.

Sözde “Türkçülük” günleri bile bir üniversite provokasyonudur

Ülkücülerin üniversitelere bakışını bir başka örnekle anlatıp konumuzu kapatalım.

Bilindiği gibi 3 Mayıs yıllardır ülkücüler tarafından “Türkçülük Günü” olarak kutlanır. Hatta sonradan “Atatürkçü” olan kimi eski ülkücü şimdiki “ulusalcı” çevrelerin bile bu kutlamaları sürdürdüğünü görürüz.

Halbuki 3 Mayıs’ın Türk tarihinde hiçbir anlam ve önemi yoktur. Sanırsınız ki bir Türk zaferinin yıldönümüdür. Hayır, ilgisi bile yoktur.

3 Mayıs, 1944’te ülkücülerin ilk üniversite baskınının yıldönümüdür. O dönem Nazi işbirlikçisi olan ülkücü hareketin önde gelenlerinden Nihal Atsız, faşist yayın organlarında Başbakan Saraçoğlu’na hitaben yazdığı açık mektupta “devlet içinde yuvalanmış solcu ve komünistlerin” faaliyetlerinden bahsetmekte, isimler vererek ihbar etmektedir. İftira niteliğindeki bu mektuplar nedeniyle dergiler kapatılır. Suçlananlardan Sabahattin Ali de Atsız’a bir dava açar. Duruşmalar ülkücüler tarafından bir gösteriye dönüştürülür. Yargılanan Atsız’a destek olmak isteyen faşistler 3 Mayıs’taki ikinci celsede büyük bir eylem organize eder. Adliyenin civarı bu eylemde yakılır, yıkılır. Hatta Atsız’ın hedef gösterdiği pek çok solcu öğretim üyesinin bulunduğu DTCF de faşistler tarafından basılır. Solcu olduğunu bildikleri öğrenciler dövülür.

Kısacası 3 Mayıs aslında üniversitelere yönelik ilk ülkücü baskının tarihidir. Ve yıllardır ülkücüler bugünü bayram olarak kutlar! Ülkücülerin faşist zihniyetinin güzel bir göstergesi olsa gerek.

Ülkücü-PKK çatışması mı?

Akdeniz Üniversitesi’nde yaşanan olayları MHP’nin tarihsel misyonunu hatırlayarak incelemekte fayda var. Basına olaylar bir ülkücü-PKK çatışması olarak yansıdı. Ancak durumun hiç de böyle olmadığını ortaya koyalım. Tabii ülkücülerin o gün kimlerle çatıştığını bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, MHP’nin üniversitelerde PKK’lılarla çatışmak gibi bir tavrının olmadığı. Bunu zaten olaydan hemen sonra Bahçeli başta olmak üzere MHP’nin önde gelen yöneticileri belirtti: “Bizi PKK’yla çatışmaya çekmek istiyorlar. Girmeyeceğiz.”

Nitekim, 12 Eylül’den beri ülkücülerin üniversitelerde PKK ile çatıştığına da hiç şahit olmadık. Ama ülkücüler sol örgütlenmelere karşı saldırılarını devam ettirdi. Son yıllarda bu saldırıların azalması MHP’nin değişmesinden değil, üniversitelerde genel olarak sol örgütlenmenin zayıflamasından kaynaklanmaktadır.

Ancak üniversitelerde PKK’nın ciddi bir örgütlenme içinde olduğunu da ortaya koyalım. Pek çok üniversite kantini bugün PKK’nın örgütlenme yatağına dönüşmüş durumdadır. PKK’nın afişleri üniversitelerde rahatlıkla asılabilmekte, PKK propagandası açıkça yapılabilmektedir.

MHP’nin yıllardır süren bu PKK örgütlenmesine karşı hiçbir tavrının olmadığını tekrar hatırlatalım. Yani TBMM’de Ahmet Türk’le Bahçeli’yi tokalaşırken gösteren o resim aslında üniversite kantinlerinde de bir gerçeklik halini almıştır. 80 öncesinde solu üniversitelerden atmak için pek çok katliam düzenleyen MHP, aktörü olduğu senaryonun ikinci yarısında bambaşka bir görevle karşı karşıya. MHP de, ülkücüler de PKK’nın örgütlenmesine karşı hiçbir şey yapma niyetinde değil. Geçtiğimiz sene şehit cenazelerine binlerce yurttaşımız katılırken MHP itidal çağrısı yapıyordu. Aynı şey üniversitelerde de geçerlidir. Yıllardır sola karşı saldırganlık yapan MHP, iş PKK’ya gelince sağduyu ve barış yanlısı kesilmektedir.

Bu da ABD’nin yazdığı senaryonun ikinci yarısını işaret etmektedir. 80 öncesinde sokakları MHP’ye teslim eden ABD, anlaşılan bugün de sokak gücü olarak PKK’yı kullanmaktadır. Geçmişin ülkücü istilası yerini Kürt istilasına bırakmıştır. Bu üniversitelerde de geçerlidir.

Esas hedef: Atatürkçü rektörler

Peki MHP’nin bu son provokasyonunun hedefi ne?

Hedefi Şeriatçı basının olayların hemen ardından yaptığı haberlerde görebiliyoruz:

Manşetlere bir bakalım:

“Emniyet Olay Çıkacak Dedi, Rektör Aldırmadı”,

“80 Güvenlikçi Buhar Oldu”,

“Öğrenciler Okul Yönetimini Suçluyor”,

“Rektör PKK Yanlılarına Göz Yumdu”

Akdeniz Üniversitesi’nin rektörü hedef tahtasında anlayacağınız. Peki kim AÜ’nün rektörü?

Mustafa Akaydın…

Yani Üniversitelerarası Kurul Başkanı.

Yani türban meselesinde YÖK’e ve AKP’ye kafa tutan üniversite yönetimlerinin temsilcisi.

Zaten, Şeriatçı gazeteler dayanamamışlar, gerçek niyetlerini de ortaya koymuşlar. Vakit’in attığı başlığa bir bakın: “Eli Silahlı Olan Girer Başörtülü Giremez”

Bir de manşet atmışlar: “Olaylar ‘O Kafa’nın Eseri” Neymiş “o kafa”? Rektörün dayatmacı, baskıcı Atatürkçülük anlayışı…

Sonra Muhsin Yazıcıoğlu alıyor sazı eline: “Rektör istifa etsin.”

Anlaşıldı mı esas mesele neymiş!

Türban meselesinde AKP’ye karşı direnen, YÖK Başkanı’yla tartışmaktan çekinmeyen ÜAK’ın Başkanı üniversitede PKK’yı serbest bırakan adam olarak lanse ediliyor. Okulda silahlı saldırılara göz yummakla itham ediliyor.

Yani okulu basıp silah sıkan suçsuz…

Okulu basan parti suçsuz…

Yıllardır üniversitelerde PKK örgütlenmesine ses çıkarmayanlar suçsuz…

Ama türban yasağının kalkmasına karşı çıktığı için Akdeniz Üniversitesi’nin rektörü suçlu!

Anlaşıldı mı şimdi provokasyonun gerçek amacı?

Faşizm böyle kurulur işte

Faşizm bir ülkede böyle kurulur işte. Cinayetler, tertipler, provokasyonlar… Faşist idareye karşı çıkanlar da binbir numarayla tertiplerin hedefi haline getirilir. Eeee, tabii provokasyon denince, hele hele üniversitede provokasyon denince de akla ilk MHP gelir.

Anlaşılan türban yasağının kalkmasında AKP’ye yardımcı olan MHP, koltuk değneği olmaya devam ediyor. Bugün de o yasağa karşı çıkanları sindirme kampanyasında provokasyonun aktörlüğüne soyunuyor.

Evet, bir film çekiliyor. Ama MHP’liler, 80 öncesinde olduğu gibi o filmin yine baş aktörü.

Ve biz Türk Milleti tekrar dehşet içinde filmin saldırıya uğrayan figüranı konumundayız.

Ama her “korku filmi”nin “psikopat katil”lerin zaferiyle sonuçlanmadığını hatırlatalım. “Korku film”lerinin de mutlu sonu olur. Yeter ki dehşet içindeki “figüran”lar birazcık cesaretlenip diğer kurbanlarla bir araya gelebilsin...

0 Comments

Add a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Restore Defaults
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol